BeyazKalemler Logo
Anasayfa
Şiir
Öykü
Mektup
Deneme
Kitap
Sinema
Söyleşi
Linkler
Künye
Üye Ol Şifremi unuttum İletişim
Anasayfa Yüsra Mesude Arslan  
HAYATIN FONUNDA İLAHİ BİR NAĞME
Okuduğum kitabın satırları arasında kaybolmuş, varlığın ince detaylarında dolaşıp doğumumla başlayan yolculuğun anlamını ararken birden o sesle irkiliyorum.Ses dediysem, öyle alelade bir melodi değil. Ruhumdaki kan dolaşımını hızlandıran, içime sevinç
HAYATIN FONUNDA İLAHİ BİR NAĞME

Okuduğum kitabın satırları arasında kaybolmuş, varlığın ince detaylarında dolaşıp doğumumla başlayan yolculuğun anlamını ararken birden o sesle irkiliyorum.  Ses dediysem, öyle alelade bir melodi değil. Ruhumdaki kan dolaşımını hızlandıran, içime sevinç, kalbime sürur, sadrıma şifa veren, beni memnun ve mesrur eden bir ses… Bedenim mi ruhumu taşımakta zorlanıyor, ruhum mu bedenimde durmaktan yorgun diye düşünürken ve bütün sesler zihnime ihtiyari ve gayri ihtiyari değerken, duyduğum sesle irkiliyor, kulağıma dokunan bütün sesleri kısıyor, kendimi o muhteşem melodiye bırakıyorum.

Şehirden insan ve araba seli akarken, iki ayrı kıtayı birleştiren devasa köprüler her gün başka başka kalabalıklarla dolup boşalırken, herkes kendi hayatının hengâmesinde kendisine yer edinmeye çalışıyor. Küçücük  bir ekmek parçasına muhtaç olanla, birkaç santimlik marka etiketine bir işçinin aylığını yatıranlar aynı kaldırımda yan yana yürüyor. Birilerinin hakları sürekli bir başkalarına geçerken ve doğruya/güzele tahammülsüzlük alıp başını giderken, doğru olanın değil güçlü olanın haklı olduğu bir adalet köşe başlarını tutmuşken, yüzünün elif besi gitmiş insanlar önemli koltuklarda büyük kararlara imzalar atarken birden bu sesi dinliyorum. Ve bu ses, dindiriyor acılarımı. Bir yandan yaşamaya devam ederken diğer yandan hayatın fonundaki sese kulak veriyorum.

Ruhumun kıvrımlarına sinen bu melodi sanki ölümsüzlükten bir hayat üflüyor. Beni çağırıyor. Ezel ve ebed yolculuğunda kendine yer edinmeye çalışan ve yaşadığı hayatın büyük gibi görünen küçük sıkıntılarına/sınırlarına direnmeye çalışan insanı huzura çağırıyor. Bu ses ölüme doğru koşan her faniye huzurullahtan haber veriyor. Doğumlar, düğünler ve ölümlerle akıp giden hayatı kuşatan bir ses oluveriyor. Bu ses duyulunca bütün sesler kısılıyor. Yüksek bir yerden etrafa yayılan ve dinleyen herkese bir “varoluş türküsü” gibi gelen bu ses, bütün seslerden üstün duruyor. 

Şehr-i İstanbul’un göğünü saran sarmaşıklar gibi yükselen minareler, tablonun en güzel motifini oluşturuyor. Güneş, olması gereken yerin müntehasına ulaşırken ve usulca eteğini çekerken yeryüzünden, fonda hep o ses duruyor. Güneşin bütün hareketlerini harika bir sinema filmi gibi sergileyen ‘Yönetmenin’ filmine bu ses ne kadar da güzel gidiyor! ‘Ezanın ağır okunanı makbuldür’ ya hani, ben de penceremin sesini açıyor, ağır ağır bu sese kulak veriyorum. Kapısı büyük, yolu geniş olan bu davete icabet edip secdeye vardığımda, hep ertelediğim bu secdenin binlerce secdeden beni kurtardığını hissediyorum. İzmit’te bitip İstanbul’da başlayan, İstanbul’da bitip Edirne’de devam eden, sonra Bağdat, Kahire, Irak, Endülüs’ü dolaşan, oralarda da yankı bulan bu ses, bütün insanlığı aynı safta durmaya ve birlikte aynı yöne bakmaya davet ediyor.

Tevafuk dediğimiz hikmetli tesadüflerle örülü hayatın devamında benim hikâyem başkalarının hikâyesiyle karşılaşıyor, kesişiyor ya da birbirine teğet geçiyor. İnsan insana acıyor, insan insanı kıskanıyor, insan insanı seviyor. İnsan ömrü acı, sevinç, hayal kırıklığı, sabır, şükür gibi yüzlerce duyguyla çevriliyor. Ben, heybemde duran Kitabımdaki ‘güzel sözler’ ve fonda günün beş ayrı saatinde dinlediğim o lahuti sesle soluk alıp vermeye devam ediyorum. Derinden, değişmeyen bir acı duyuyorum nefes aldıkça. Sathi bir bakışla söylediklerim melankolik sözler gibi dursa da ‘var’lığın ve ‘kul’luğun hakkını ver(eme)mektir beni düşündüren. Sınırsız olana, bitmeyene, mükemmel olana, kamil-i mutlak olana bir özlem bendeki. Aradığını bulamayan bir çocuk gibiyim. Elimde, geçmişimden kalan acı-tatlı şeylerin bıraktığı hüznün telvesiyle yola devam etmeye çalışıyorum.

Çaresizliklerle örülü bir hayatın kuşatması altındayken, yorgunluğumdan ve kırgınlığımdan uzaklaşıyorum. İniş ve çıkışlarıyla kalbimi okşayan ve asırlar ötesine beni taşıyan bu sesle kendimi bir ilkbahar günü kayalıklar arasında can bulan zayıf bir dağlalesine benzetiyorum. Ezan, insanı şefkate, merhamete, affetmeye çağırıyor. Bencillikten fedakârlığa, zayıflıktan kudrete, yoksulluktan varlığa, büyüklükten küçük olmaya ve küçüldükçe anlam kazanmaya… Ezan, insanı kul olmaya, kul olup da başka kulluklardan kurtulmaya çağırıyor. Ezan, ‘gel’ diyor.“Allah ekberdir.” diyor. Sâlât’ın nevm’den hayırlı olduğunu söylüyor. Küçüklüğümüzden büyük olana köprüler kuruyor. Onu duyunca herkes işini bırakıp, ona doğru yöneliyor, el açıyor. Yaptığı iş, soy-sop, varlık ve mertebesi ne olursa olsun, herkes aynı hizada secdeye varıyor. O duyulunca vakit doluyor, bir günlük susuzluk ve açlık son buluyor. Herkes, aynı anda nimetlerle dolu bir kâinat sofrasına ‘buyur’ ediliyor.

Ezan, minicik bir çiçeğin ‘onun adıyla’ bir kaya parçasına meydan okurcasına ortaya çıkışı gibi… Ezan, her sonbahar yaprağını döküp tazelenen ve tekrar dirilen bir çınar gibi… Ezan, insanın imanını günde beş kez tazeleyen bir and gibi… Temenni ve dua gibi….  Ezan, inananların ortak türküsü gibi…Sure-i Tebbet gibi... Asa-yı Musa gibi…Asırlar ötesinden ümmetiyle bağ kuran Peygamberle buluşturan kudsi bir musiki gibi…

Asırlar önce dünyanın ilk binası olan Kabe’ye çıkıp siyah bir örtünün üstünde, yüksek sesle ezan okuyan uzun boylu, zayıf bedenli siyahi sahabeden beri bütün ezanlar ‘insan’ları ‘kul’ olmaya çağırıyor. Mevlâna, ezan sesi işitince, elleriyle dizlerinin üzerine basıp olanca heybetiyle ayağa kalkar ve “Ey canımız kendisiyle Ruşen olan! Adın ebediyete kadar kalsın.” der. Mevlana’nın dileği hepimizin duası oluyor. Ve canımız kendisiyle Ruşen olanın adı, hayatın fon müziği gibi gökyüzünde yankılanmaya devam ediyor.

Yüsra Mesude Arslan

[email protected]

Yorum Yaz | Sayfayı Yazdır
Yorumlar
Halil İbrahim
Beden ruhtan bi haber harabe ... Bu yüzden umrunda değildir ruh ... Asıl vucut ruh ve beden elbisesini taşımaya mahkum ... Ve hatta ten kafesi beden ..ruh kuşuna zindan ... İlk satırlara istinaden lisana düşen hissiyat
LeyL-i HüzüN
ama...
bu çok güzel olmuş...
hisseden kalbine, yol olan kalemine sağlık...
Rabia
 
 
?yeler
>  YAZARLAR
 
Ali Pektaş
Cahit Yağmur
Çağla Göksel Çakır
Deral Baran
Elif Konar
Elif Şeydâ Ö.
Fatma Zehra
Hıdır Ala
Hilal Küçük Özdamar
Nihat Dağlı
Recep Şükrü Güngör
Turhan Bozkurt
Yüsra Mesude Arslan
 
>  EN COK OKUNANLAR
 
Bilmem ki
Medine`nin Gülü
ANSIZIN
OYUNCAK
Su güzeli
YAŞAMIN GİZEMİ
RECEP ŞÜKRÜ GÜNGÖR İLE SÖYLEŞİ/ İbrahim Gökburun
İNCE BİR SIZI
GENÇ YAZAR ADAYINA ÖĞÜTLER!
GECE MÛSIKÎSİ